Mehmet Barış Albayrak*
İçinde bulunduğumuz Antroposen Çağ ve yaklaşan iklim krizi yeni bir ahlaki tutum, yani yeni bir ethos yaratmış gibi görünüyor. Bu ethos genel olarak insan merkezci olmayan yeni bir tutumun gerekliliğine vurgu yapıyor. Bu ethos’un uzun uzadıya tartışma gerektirmeyen çok geçerli bir dayanağı var: Yaşadığımız ürkütücü derecede ılık kışlar ya da serin yazlar, insan hırsının ve sömürücü eylemlerinin dünyayı kaçınılmaz olarak götürdüğü yönü bize her gün gösteriyor. İklim krizinden iklim felaketine doğru giderken, insan merkezci düşünceye alternatifler aramak, dünyadaki ve evrendeki yerimizi yeniden gözden geçirmek kadar aklıselim bir tutum yok gibi görünüyor. Neredeyse tüm bilim dalları Antroposen Çağ soruları ve sorunları kapsamında bu ethos’a uygun yeni kuramsal yönelimler geliştirmekte.
Elbette felsefe alanı bu gelişmelerin tam orta yerinde bulunuyor. Antroposen koşullarına paralel olarak, felsefede de özne merkezli yaklaşımı eleştiren yeni akımlar ortaya çıkıyor. Bu felsefeler bugün artık “yeni materyalizm” (bazen de yeni realizm) adı altında toplanıyor. Yeni materyalizmlerin ortak bir noktası, “yeni” ifadesinin vurguladığı gibi, “eski” materyalizme bir alternatif getirdiklerini iddia etmeleri. Bu bağlamda yeni akımlarda, her şeyden önce tarihsel materyalizme ve onun temsilcisi olarak Marksizm’e bir antipati göze çarpıyor. Örneğin, yeni materyalist akımların temsilcilerinden Manuel De Landa’ya göre tarihsel materyalizmin diyalektiği, bu dünyaya ait olmayan bir uydurmadan başka bir şey değil. Bu akımlara göre Marksist materyalizm, materyalizmi kendi ideolojik amaçları için kullanır, hatta bilimi, yalnızca bir tür toplumsal ürün olarak ortaya koyarak hakikat hakkımızı gasp eder.
DİYALEKTİK MATERYALİZM ELEŞTİRİLERİ VE ‘YENİ’ MATERYALİZM
Felsefi eleştiri bakımından bu yeni akımlar, “eski” materyalizmi ve genel olarak Batı metafiziği geleneğini, maddeyi “durağan”, “katı”, düşünceyle ya da kavramla “ele geçirilebilir” olarak ortaya koydukları için eleştirir. Bu da elbette anti insan merkezci ethos ile doğrudan bağlantılı. Buna karşın yeni materyalizm, insansız dünyanın ya da nesnelerin bizzat failliğe sahip olduğunu, kurucu, hatta yaratıcı işleve sahip olduğunu iddia eder.
Arka planda işleyen ethos açık bir şekilde anti insan merkezciliğe dayanır: Biz insanlar, insan olmayan nesnelere yeterince hükmettik ve onları bastırdık; artık şimdi onların konuşma zamanı geldi.
Bu bağlamda yeni materyalizmler, nesnelerin bilen-duyumsayan insandan bağımsız varlığını reddeden her türlü anlayışa karşı çıkar. Yeni materyalizm, modern düşüncenin kartezyen ikiliklerine, özellikle doğa-kültür, özne-nesne ve fail-yapı ayrımlarına karşı bir konum alır. Genel olarak “kurucu özne”nin ayrıcalıklı konumuna karşı bir tavır takınır. Yeni materyalizmin iddiası, nesneyi ön plana çıkarıp insanları arka plana iten yeni bir hiyerarşi yaratmak değil, bir tür “yatay ontoloji” tasarlayarak insanı da nesnelerin alanına dahil etmektir. Böylece, en azından Descartes’tan beri felsefeye egemen olan insan merkezci düşüncenin egemenliğine meydan okunmaktadır.
Her şeyden önce, yeni materyalizmlerin “yeni” ve “çekici” bir yanı olduğunu kabul etsem de “eski” ya da diyalektik materyalizme getirilen eleştirinin çok yerinde olmadığını, en iyi ihtimalle eksik olduğunu da söylemeliyim.
Burada diyalektik materyalizm savunusu yapmak yazının amacının çok dışına çıkar ama genel olarak şunu söyleyebilirim ki tezahür eden her şeyin kökeninin madde olduğunu öne süren bir akım olarak materyalizm, en azından diyalektik materyalizmde, yeni materyalistlerin iddia ettiği gibi durağan, sabit ve “karşıda duran” bir ham madde olarak değil, devingen, farklı biçimlere bürünebilen, belirli koşullar altında nitelik ve nicelik arasında dönüşebilen karmaşık bir yapı olarak ele alınır. Engels’in, Lenin’in ve Sovyetlerdeki bilim insanlarının çalışmaları bir yana, yalnızca Marx’ın Feuerbach eleştirisi bile bunu kanıtlamaz mı? Hatta iddia edebilirim ki dogmatik olmayan bir diyalektik materyalizm, maddenin, yaşam bilimlerinden fiziğe kadar ele alındığı şekliyle, dinamik, kaotik, belirimsel, olasılıksal tüm farklı kavranışlarını kucaklayan, onları yadsımayan bir plastisiteye sahiptir.
TOPLUMSAL DÜNYA TARİHİNİ DOĞA TARİHİNE İNDİRGEMEK
Kısacası: Özne felsefesinden uzaklaşmak ya da insan merkezcilik karşıtı olma amacıyla, dünya tarihini doğa tarihine indirgemenin insanı, eylemi, failliği güçsüzleştiren bir zemini var. Bu zemin de günümüz eylemsiz tüketim toplumuna tam oturuyor: Yuval Noah Harari’nin kitaplarının ya da kozmos tarihini insanlık tarihiyle bağdaştıran her türlü kolaycı popüler kitapların bu kadar rağbet görmesinin bir nedeni, günümüz insanını herhangi bir eylemsellikten, faillikten azat etmeye de yaramalarıdır. Kozmos ya da genel olarak doğa tarihine indirgenmiş bir kültür-toplum tarihinde bireysel ya da kolektif olarak insanın yapacak bir şeyi yoktur: Harari’nin öngördüğü tarih ya da yazgı nasıl olsa gerçekleşecektir. Ne diyordu Kant, “Aydınlanma Nedir?” makalesinin girişinde: Benim yerime düşünen varken ben niye bir şey yapayım ki? Rahatıma bakarım.
Kant ve öncesine ait dogmatik felsefe ve kilise kitaplarının yerini, bugün toplumsal tarihi, çatışmaları ve dönüşümleri kozmik zamana indirgeyen popüler kitaplar alıyor: “Benim yerime işleyen bir kozmos varken neden zahmet edeyim ki?” Burada bir tür eylemsiz, pasif mesiyanizmin izlerini görmek mümkün: Ama bu mesiyanizm artık kutsal bir kudret değil, kozmosun, en fazla da doğa bilimlerinin bize çizeceği bir yazgı.
Bu bağlamda sanki toplumsal tarih ile doğa tarihi arasında, mutlak olmasa da birinin diğerine indirgenmesini önleyen ince bir ayrım yapmanın önemi yeniden ortaya çıkıyor: İnsanın tarih içinde kendisiyle karşılaşma deneyimi, anlama biçimi, doğa bilimlerinin nesnesi Homo sapiens’in incelenmesinden farklıdır; ilki hiçbir zaman güvenli bir mesafeden bir inceleme nesnesi olamaz. Doğa tarihi ile toplumsal dünya tarihi arasında -kasıtlı ya da kasıtsız- birbirine karıştırmadan, dolaysız bir indirgemecilik arzusu göze çarpıyor. Yazının başında ifade ettiğim ethos, yine bu arzunun arka planında da bulunuyor: Descartes ve Kant sonrası özne ve bilinç felsefesinin iktidarını ters yüz etme, doğaya hükmeden insan merkezci anlayışa karşı bir alternatif geliştirme arzusu.
Doğa tarihi ve insan tarihi, doğa ve tin arasında, onları birbirinden mutlak biçimde ayırmadan, aralarında yine de bir ayrım yapmak, birini diğerine üstün kılmak anlamına gelmemeli. Bu ayrım ne bir hiyerarşiyi ne de bir dualizmi temsil etmek zorunda değil.
Bunun tersine, insan failliğini dışlayan, kendini meşrulaştırmak için salt doğa biliminin ya da matematiğin kesinliğine dayanmak isteyen tüm yeni felsefi akımlar, yola çıktıkları ethos’un altını oyuyorlar. En azından şöyle bir çelişki taşıyorlar: yola çıktıkları insan merkezci karşıtı olan ethos, bize tamamen kayıtsız olan doğadan türetilemez. Bu ethos yalnızca insanın kaygısının bir ürünüdür. Bunu unutan her türlü akımı dogmatik olarak adlandırıyorum; çünkü bu felsefi akımlarda ya da modellerde, insan failliğinin özünü oluşturması gereken eleştirelliğin ve refleksiyonun temel araçlarının eksik olduğunu düşünüyorum.
Bu dogmatizmin ana güç kaynağını ve esas güç aldığı yeri, doğa ve insan tarihi ile doğa bilimleri ve tin bilimleri arasında bir ayrım yapmayan; evren tarihi ile insanlık tarihi ya da doğal irade ile insan iradesi arasında dolaysız bağlar kuran Hariri’ninki gibi (ki kendisi bu alanda nitelikli bir örnek sayılabilir) popüler eserlerde bulunduğunu düşünüyorum. Felsefenin disiplinlerarası olması ve biyolojiyle felsefeyi birleştiren yaşambilimi, sinirbilimle felsefeyi birleştiren nörofelsefe gibi heyecan verici akımların ortaya çıkması önemli olsa da burada inceleme nesnesi olmayan özgürlük, adalet gibi kavramların toplumsal tarih dışında düşünülmesine direnilmesi gerekiyor. En basit örnekle, özgürlük kavramının sinirbilimdeki deneyler sonucunda çürütülmesinin, tıpkı kuantum mekaniğindeki bulguların özgürlüğü kanıtlaması kadar mantıksız olduğunun açıklıkla dile getirilmesi gerekir. Bu kavramların doğruluğunu ve hakikatini bu disiplinler açıklayamaz.
Doğaya, dünyaya dair tek bir açıklama biçimi iddiası, bu hepimizin baş tacı ettiği doğabilimleri de olsa, dogmatiktir; dahası dogmatik metafizik olarak adlandırılabilir. Özeleştiri sahibi olmayan insan merkezcilik karşıtlığı, toplumsal ve tinsel faaliyetleri doğa bilimine indirgeyen popüler görüşler, ontolojik alanı eylemsizleştirerek, tarihsizleştirerek ve depolitize ederek dogmatik bir metafiziğe saplanıyor.
KÂR, ÇIKAR VE MÜLKİYET ODAKLI İNSAN MERKEZCİLİK
Sonuç olarak, insan merkezcilik karşıtlığından nesne merkezciliğe çok kolay geçiyoruz. Öznelliği tamamen karşısına alan her türlü düşünce, tam da kaçmak istediği şeye toslar. Oysa zaten asırlardır bir ideal olarak kurguladığımız insan ya da insanlığın ötesinde, göz ardı ettiğimiz, yok saydığımız özneler tam da yanı başımızda. Yazının başında dile getirdiğim ethos’un eleştirdiği insan merkezcilikteki insan figürü ideal bir insan figürüdür, tüm insanları temsil etmez. Yani eleştirilen insan merkezcilik, aslında engelliyi, otizmliyi, mülteciyi, kadını ve çeperlerdeki diğer özneleri zaten temsil etmez. Eleştiri konusu olan insan merkezcilik, kâr, çıkar ve mülkiyet odaklı bencil bir insan merkezciliktir. Bu bağlamda, nesnelere, doğaya dönmeden önce (ki bu “dönüş” mitolojisi de bana aynı ölçüde kibirli geliyor) şu ana kadar görmezden gelinen insanları merkeze aldığımız yeni bir anlayışı geliştirmeliyiz.
20’nci yüzyılda ve 21’inci yüzyıl başında bu anlamda önemli gelişmeler oldu. Binlerce yıllardır meşru olan kölelik artık tabu. Kadınlar seçme ve seçilme hakkı için verdikleri mücadeleyi kazandı. Bunlar bize şimdi olağan gelse de binlerce yıldır tersi olağandı. Kadın hakları bir yana, bugün LGBTİQ+ hakları, çocuk hakları gibi şeyler 20’nci yüzyıldan önce düşünülemezdi bile.
Eğitimde de kapsayıcılık anlayışı altında, şu ana kadar eğitimden dışlanan farklı gereksinimli bireylerin, yeniden eğitime dahil edilmesi için çalışmalar yapılıyor. Elbette daha yolun başı ve işin pratiği bir yana, haklar bile oturmuş değil. Yol uzun, yapacak şey çok. Sözün özü, öznenin üzerine çarpı atmaktan ziyade, Arşimed Noktası ya da bir pergel ucu gibi sabit duran ve çevresini bu sabitliğin ekseninde kuşatan bir özneden ziyade, toplumsal varlığı yaşamlaştıran yeni politik özne modellerini düşünebileceğimizi ve üretebileceğimizi düşünüyorum.
*MEF Üniversitesi, Psikoloji Bölümü